MEHMET ÂKİF VE ÇANAKKALE DESTANI
öteden beri, Türk edebiyatının, başka milletlerin edebiyatlarıyla mukayese edildiğinde, millî
hayatımızı, millî realitemizi ve tarihimizi hak ettiği şekilde yansıtmadığı tarzında yaygın bir
kanaat ve eleştiri mevcuttur.
Merhum hocam Prof. Dr. Mehmet Kaplan da gerek derslerinde, gerekse özel
sohbetlerinde zaman zaman bu konuyu dile getirir ve biraz da esprili bir ifade tonuyla, Yahya
Kemal’in bu mesele hakkındaki düşüncelerini naklederek, Türk milletinin destanlar yaratmaktan
destanlar yazmaya vakit bulamadığını; başardığı işleri ve zaferleri anlatmayı, bunlarla
övünmeyi yiğitlik gururuna yediremediğini ve bütün bunları bir tür ayıp saydığını söylerdi.
Yenileşme devri Türk edebiyatı tarihinde Türk kültür ve medeniyetine farklı bir gözle
bakılmasını öğreten Yahya Kemal, “Edebiyatımız Niçin Cansızdır?” adını taşıyan makalesinde,
bir örnekle bu durumu şu şekilde ortaya koyar:
“Büyük bir harpte, on cephemizin ateşinde hazır bulunmuş çok güzîde ve edebiyat
meraklısı bir askerimizin elinde bir gün Çanakkale destanına dair Fransızca, mâruf bir eseri
gördüm; yine bize dair ve yine Fransızca olmak üzere buna benzer kitaplar vardı. Bunu
görünce kalbimde bir acı hissettim. Döktüğümüz kanın bile manzarasını Fransızca’dan
seyretmeye mahkûmuz dedim. Bizim harp cephelerimiz, edebiyatımızda bin bir safhalarıyla
yokturlar. Demek ki çok eski harplerimiz gibi bunlar da, seneler geçtikçe unutulacaklar!” 1
Gerçekten, Yahya Kemal’in bu görüşlerine hak vermemek mümkün değil ! Eski ve uzak
tarihimiz bir tarafa, daha dün denilecek kadar yakın tarihimizde bir Kırım Harbi’ni, bir 93
Muharebesi’ni, bir Pilevne Müdafaası’nı, Balkan Savaşı’nı, Yemen Muharebesi’ni, Medine
Müdafaası’nı, Çanakkale Destanı’nı, İstanbul’un İşgali’ni, Maraş ve Antep savunmasını,
Kurtuluş Savaşı’nı anlatan edebî eserlerin, bu olaylarla ilgili olarak çevrilen filmlerin, sahneye
konulan tiyatro eserlerinin sayısı ne yazık ki pek de öyle göz dolduracak kadar fazla değil..
Türk romancılarını ve senaryo yazarlarını tarih ve tarihî olaylardan çok, nedense günümüzün
aktüel olayları daha fazla ilgilendiriyor. Hâlbuki tarih, özellikle kendi tarihimiz ve mazimiz
bugünkü hayatımızı ve geleceğimizi şekillendiren, inkârı asla mümkün olmayan bir realite
olarak önümüzde durmaktadır. Amerika kendisine muhayyel bir geçmiş yaratmaya çalışırken
nedense biz, asırlar öncesine uzanan gerçek tarihimizi unutmaya çalışıyor, âdeta bir baba
kompleksi gibi her gün kendi mazimizden uzaklaşmaya çalışıyoruz.
Çanakkale ismi geçtiği zaman, nedense öteden beri, Türk tarihi ve edebiyatıyla meşgul
olan herkesin zihninde derhal millî şairimiz Mehmed Âkif’in “Çanakkale fiehidleri” için kaleme
aldığı meşhur, destansı şiiri hatıra gelir.
Gerek bu savaşın devam ettiği günlerde, gerekse daha sonraki tarihlerde Çanakkale
zaferi dolayısıyla başka yazarlar tarafından da birçok eser kaleme alınmış olduğu hâlde,
Mehmed Âkif adı bir bakıma Çanakkale destanı ve Çanakkale şehitleriyle âdeta özdeşleşmiş
gibidir. Bunun için ben de burada Mehmed Âkif’in Çanakkale şehitleri için yazmış olduğu şiirde
vurguladığı bazı kavramlar üzerinde duracağım.
Mehmed Âkif’in, öncelikle, çağdaşı olan birçok Türk aydınından farklı şekilde, İslamiyetin,
özünden uzaklaşmadan, içinde yaşadığı çağın icaplarına göre yeniden yorumlanarak
toplumun çeşitli sosyal problemlerini hâlledebileceğini dile getirdiğini belirtelim.2 Mehmed
Âkif’in bu tanınmış şiirinde, bugün rastgele ve yerli yersiz herkesin kullanmakta olduğu ve bu
yüzden de gerçek anlamını giderek kaybetmeye başlayan “şehitlik” kavramının nasıl ele
alındığına geçmeden önce, doğrudan doğruya dinî, daha doğrusu İslamî bir hüviyeti bulunan
bu kavramın, İslam dini ve kültürü çerçevesinde sadece Allah yolunda, “ilâ-yı kelimetullah” için
canını seve seve feda eden Müslümanlara verilen bir sıfat olduğunu belirtmemiz gerekir. fiehit
ve şehitlik kavramıyla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de Bakara suresi ile Âl-i İmran suresinde şu
âyetler geçmektedir: “Allah yolunda öldürülen kişilere “ölüler” demeyiniz. Gerçekte onlar
diridirler, fakat siz bu inceliği anlayamaz ve hissedemezsiniz !” (Bakara suresi, âyet 154). “Allah
yolunda öldürülen kişilerin ölü olduklarını zannetme; gerçekte onlar diri olarak Rablarının
huzurundan rızıklandırılmaktadırlar.” (Âl-i İmran suresi, âyet 169).
Görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’de yer alan bu iki surede, şehitlere büyük değer verildiği
ve gerçekte onların asla ölü olmadıkları ısrarla vurgulanmaktadır. İşte “şahâdet” kavramının bu
dinî hüviyeti, Türk milletinin, İslamiyeti kabul ettiği tarihten başlayarak bugüne kadar hep
“Ölürsem şehit, kalırsam gazi!” idealini âdeta bir hayat tarzı olarak benimsemesine yol açmıştır.
Mehmed Âkif, gerek Safahât’ta yer alan bir kısım manzumelerinde, gerekse bazı
makalelerinde, İslam dininin idealize ettiği biçimde “şahâdet” ve “şehitlik” kavramlarının yanı
sıra, aşağıda göreceğimiz gibi, bunlarla doğrudan ilgili başka kavramlar üzerinde de durmuştur.
Mehmed Âkif’e göre, Türk milletinin uzun tarihi boyunca, uğrunda savaştığı ve gerektiği
zaman canını hiç çekinmeden seve seve feda ettiği bazı ebedî ve kutsal değerler vardır.
Meselâ hürriyet ve istiklal, Türk milletinin en yüce ve en kutsal değerleri arasında yer alır. Bu
değerler, hemen beraberinde vatan gibi, bayrak gibi başka değerleri de getirir. Vatan, bir
milletin üzerinde yaşadığı ve ecdadımızdan kan ve can pahasına bize miras kalan mukaddes
bir toprak parçasıdır. Bundan dolayı vatan, millet unsurundan asla ayrı düşünülemez. Vatan,
bir coğrafya, millet ise bir insan topluluğudur. Bir milleti millet hâline getiren de, hürriyet ve
istiklal gibi; hak, hukuk, dil ve din gibi bazı mukaddes değerlerdir. İşte bu ebedî değerlerin
başında gelen vatan tehlikeye düştüğü anda, millet olabilme şuuruna erişmiş ve vatanını seven
her insan, vatanını kurtarmak için, varını yoğunu, hatta en kıymetli varlığı olan canını bile feda
etmeye hazır olmalıdır.3
Daha çok vatan kavramıyla birlikte yer alan “şehâdet” ve “şehit” kavramları, en veciz
ifadesini Mehmed Âkif’in “İstiklal Marşı”ındaki şu parçalarda bulur:
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehît oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
*
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
fiühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ!
Mehmed Âkif’e göre, Türk tarihinin en muhteşem zaferlerinden birini meydana getiren
Çanakkale Destanı’nın bütün şan ve şerefi, o sırada vatanını tehlikede gören ve namusunu
kurtarmak üzere canlarını feda eden, âdeta cehennemle boğuşup galip gelen Mehmetçiğe
aittir. Çağın bütün teknik imkânlarıyla donatılmış düşman ordularına karşı her türlü güçlük ve
mahrumiyet içinde vatanını, imanını ve namusunu kurtarmak için göğsünü siper yapan
kahraman Türk askeri, bu savaşta 250.000 kadar şehit ve kayıp vermek suretiyle,
düşmanlarına Çanakkale’nin asla geçilemeyeceğini bir kere daha ispatlamıştır.
Çanakkale Savaşları edebiyatımızda çok sayıda şiir, makale ve hatıra türünde yazılarla
birlikte müstakil olarak hikâye, roman ve tiyatro eserlerine de konu olmuştur.4 Ancak bunların
başında, Mehmed Âkif’in, Safahât’ın altıncı kitabı olan Âsım’da yer alan şiiri gelmektedir.5
Önce 10 Temmuz 1924 tarihinde Sebîlürreşad mecmuasında “Âsım’dan Bir Parça”6 adıyla
yayımlanan ve doğrudan doğruya Çanakkale şehit ve gazilerine hitap ettiği için “Çanakkale
fiehidlerine” adıyla tanınan bu şiir, gerek şekil, gerekse muhteva itibariyle bu savaşı ve
Mehmetçiğin kahramanlıklarını olağanüstü bir ifadeyle canlandıran en önemli örnektir. Bugün
üzerinden doksan yıl geçmiş olduğu hâlde, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Çanakkale Savaşı
anılınca, her Türk’ün aklına ilk önce işte Mehmed Âkif’in bu ünlü şiiri gelir.
Çanakkale Muharebeleri’nin7 bütün şiddetiyle devam ettiği sırada resmî görevle Berlin’de
bulunan Mehmed Âkif, yakın arkadaşı Binbaşı Ömer Lütfi Bey’in naklettiğine göre, gurbet
diyarında gece gündüz Çanakkale Cephesini düşünmekte ve arkadaşına hemen her sabah şu
cümleleri tekrar etmektedir:
“-Ömer Bey, bu Çanakkale ne olacak?
-Allah bilir ama vaziyet tehlikelidir. Askerlik noktasından düşünülünce ümit yok. Ancak fen
kaidelerinin hâricinde, fevkalbeşer bir şey olmalı ki dayanabilsin!
Ben, böyle dedikçe:
-Eyvah, son istinatgâhımız da yıkılırsa ne olur? diyerek çocuk gibi gözlerinden yaşlar
dökülmeye başlardı. Âkif’in Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu. Ben kavâid-i harbiyyeden
bahsettikçe canı sıkılırdı. Onun böyle askerî muhakemelere tahammülü yoktu. O, daima kat’î
bir kelime isterdi.
-Bütün dünya toplanıp hücum etse, yine Çanakkale sükut etmez! derdi.
Onun büyük imanı başka bir ihtimale asla müsait değildi!”8
İşte Mehmed Âkif bu şiirini, Çanakkale sırtlarında gövdelerini düşmana siper yaparak
vatan toprağını çiğnetmeyen Mehmetçiğin hatırasını yaşatmak üzere kaleme alır. Yine bu şiir
sayesinde, canlarını feda ederek mübarek vatan topraklarını bizlere miras bırakan
Mehmetçiğin aziz hatırası da böylece âbideleşmiş ve ebediyete intikal etmiş bulunmaktadır.
Çanakkale Zaferi’nin kazanılmasından üç yıl sonra, 1918 yılında, devrin tanınmış
dergilerinden Yeni Mecmua’nın Çanakkale için hazırladığı özel sayıda, devrin ünlü
edebiyatçılarından Ruşen Eşref Ünaydın’ın Anafartalar kumandanı Gazi Mustafa Kemal’le
yaptığı uzun bir röportaj yayımlanır. Bu röportajın bir yerinde Ruşen Eşref, Mustafa
Kemal’den, savaşa ait kahramanlık sahnelerinden de bahsetmesini rica edince, Mustafa Kemal
şu ibretli anekdotu anlatır:
“Biz ferdî kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz dedi. Yalnız size Bomba Sırtı
Vak’ası’nı anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre..
Yani ölüm muhakkak.. Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulamamacasına kâmilen düşüyor.
İkincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor
musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor. Hiç ufak bir fütur bile
göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur’ân-ı Kerîm, cennete girmeye
hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahâdet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh
kuvvetini gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emîn olmalısınız ki Çanakkale
Muharebesi’ni kazandıran, işte bu yüksek ruhtur!”9
Mehmed Âkif’in, “Çanakkale fiehidlerine” adıyla bilinen şiirinden başka, görevli olarak
Berlin’de bulunduğu 1915 yılında, Çanakkale savaşlarının henüz devam ettiği günlerde kaleme
aldığı “Berlin Hâtıraları”nın sonunda yer alan bir şiiri daha vardır.10
Beş altı pençe bir olmuş boğazlamakta bizi,
Silindi gitti hilâlin şu anda belki izi!
mısralarıyla başlayan bu şiir seksen mısra kadar devam etmektedir.
fiair burada, Türk askerinin Çanakkale’de sebat etmesini ister. Ona göre, bu sebat
kaybolduğu, düşman Çanakkale’den İstanbul (pâyitaht) a girdiği zaman neler olabilecektir?
Bütün ümidi, Boğaz’da dövüşen askerde olan 350 milyon müslüman, rastgele çiğnenen
dağınık bir kitaba dönecektir. Minareler susturulacak, İslamiyet’in on üç buçuk asırdır
yeryüzünde yaptığı bütün eserler ve ruh ortadan kalkacaktır. Ama temiz alınları “İslam için son
istihkâm” olan Türk askeri, kendisine bağlanan ümidi asla boşa çıkarmaz.
Mehmed Âkif’in, bu şiiri kendisine ithaf ettiği arkadaşı Binbaşı Ömer Lütfi Bey, şiirde
Çanakkale arslanları adına konuşur:
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmusun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.
fiu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;
Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
mısralarıyla devam eden şiirde Mehmed Âkif, Çanakkale’de ölüme âdeta meydan okurcasına
arslanlar gibi dövüşen Mehmetçiğe dayanmasını tavsiye eder ve şiir onun şaire verdiği şu
cevapla sona erer:
Değil mi sînede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cephe sarsılmaz!
“Çanakkale fiehidleri”nde ise, Türk askeri konuşmaz; çünkü onun konuşacak zamanı
yoktur. Bu askerin imanla dolu ve Hudâ’nın ebedî serhaddi olan göğüsleri vardır. Çünkü Allah
ona bu iman gücünü verirken, ondan “en güzel eseri” olan namusunu çiğnetmemesini
istemiştir:
Âsım’ın nesli diyordum ya.. Nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek!
Mehmed Âkif’in bütün Safahât boyunca idealize ettiği Âsım’ın nesli, bu gaye uğruna
şehid olmuş ve naaşı dağları taşları doldurmuştur. Mehmed Âkif, vatan uğrunda canlarını
veren kahraman Mehmetçiğin şehâdetini, “bir hilal uğruna güneşlerin batışı”na benzetir:
fiühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar taşlar..
O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab ne güneşler batıyor!
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i.
Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi.
fiiirin bundan sonraki kısımlarında, şairin Çanakkale’de şehit düşen kahraman
Mehmetçiğe karşı duyduğu sevgi, saygı ve hayranlık dile getirilir. Çünkü bu askerler,
İslamiyet’in ruhu ve özü demek olan “Tevhîd”i kurtarmışlardır. Allah’a ve onun Peygamber’ine
inanan ilk müminlerin kâfirlerle yaptığı Bedir Savaşı ile nasıl İslam dini kurtulmuşsa, Çanakkale
Zaferi ile de son Türk vatanı, İslam’ın yer yüzündeki son kalesi olan Türkiye kurtulmuştur. Bu
yüzden Mehmetçik, şairin gözünde, Bedir’de savaşan sahâbî kadar şanlı ve şerefli bir mevkiye
yükselmiştir.
Çanakkale savunmasının, ancak “ebediyetlere sığacak” kadar büyük olan şehitlerine
hitap eden şu mısralardaki ifade tonuna, öyle zannediyorum başka bir şairde rastlamak
mümkün değildir:
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe!” desem sığmazsın!
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitab..
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
Bütün Türk tarihinde görülmemiş derecede muazzam bir hadise olan bu zafer, kahraman
vatan çocuklarını böylece ebediyete ulaştırmıştır. Mehmed Âkif, bu şehitler için neler tasavvur
etmez ki:
“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ nâmıyla,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyla;
Ebr-i nisânı açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana..
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Mehmed Âkif, Çanakkale’de şehit düşen Mehmetçiği neden bu derece yüceltmektedir?
Çünkü onlar, “ehl-i salîb”in demirden çemberini göğüslerinde kırıp parçalamışlar; ataları
Selâhaddîn-i Eyyûbî ve Kılıç Arslan kadar büyük olduklarını ispatlamışlardır. Bütün İslam
Âlemi, kendini yok olmanın eşiğinde görerek hüsrana kapılmış bir durumda iken onların canları
pahasına kazandığı zafer, bu hüsranı ortadan kaldırmıştır. Onların ulaşmış olduğu şehâdet
mertebesi öyle yücedir ki onlar için türbeye, kabre bile gerek yoktur. Çünkü onları gittikleri
ebedî âlemde kucağını açmış Peygamberimiz beklemektedir:
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor peygamber!
Bir şehit için bundan büyük teselli, bundan büyük mükâfat olabilir mi!
Sadece Türk edebiyatında değil, belki dünya edebiyatında bile bir benzeri bulunmayan
Mehmed Âkif’in bu şiirinde, Türk milletinin ebedî timsali olan Mehmetçiğin destanî kahramanlığı
dile getirilmiştir.
Yüz binlerce şehide mâl olan Çanakkale zaferi bize, aynı zamanda, Türkiye’de düşmana
vatanını çiğnetmeyen ve çiğnetmeyecek yeni bir neslin ve yeni bir insan tipinin doğmuş
olduğunu da göstermektedir.
Çanakkale Savaşları Mehmed Âkif gibi, sadece devrin edebiyatçılarını değil, yediden
yetmişe bütün Türk milletini etkilemiş, hattâ devrin padişahı Sultan V. Mehmed Reşad bile bu
savaş dolayısıyla beş beyitlik bir gazel kaleme almıştır. Padişahın bu manzumesine, başta
Yahya Kemal olmak üzere, devrin tanınmış birçok şairi tarafından tahmis ve nazîreler
yazılmıştır.
Çanakkale destanı dolayısıyla burada son olarak Mehmed Âkif’in “Çanakkale fiehitleri” ile
beraber, yüz binlerce şehit, gazi, dul ve yetimin ıstırabını dile getiren ve halkın diliyle terennüm
edilen ünlü Çanakkale türküsünü de hatırlamamız gerekir:
Çanakkale içinde Aynalı Çarşı,
Ana ben gidiyom düşmana karşı,
Âh gençliğim eyvah..
şeklinde başlayan ve:
Çanakkale içinde vurdular beni,
Ölmeden mezara koydular beni..
mısralarıyla devam eden bu türkü, gerçekten gerek sözleri, gerekse bestesi ile millî vicdanın
sesi hâline gelmiş, anonim; yani bütün Türk milletine mâl olmuş bir eserdir.
_______________
1 Edebiyata Dair, İstanbul 1971, s. 149.
2 Daha geniş bilgi için bk. M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar, C. I,
İstanbul 1989, s. 145-154; C. II, s. 97-115.
3 “Mev’ize: Nasrullah Kürsüsünde”, Sebîlürreşad, C. XVIII, nr. 464, 25 Teşrin-i sâni 1336/1920,
s. 249-259.
4 Bu konuda daha geniş bilgi için bk. İnci Enginün, “Çanakkale Zaferinin Edebiyata Aksi”,
Türklük Araştırmaları Dergisi, sayı 2, İstanbul 1987, s. 111-129; Mustafa Uzun, “Çanakkale
Muharebeleri-Edebiyat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), C. VIII, İstanbul
1993, s. 208-209.
5 Safahât (yay. M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul 1991, s. 411-413.
6 Sebîlürreşad, C. XXIV, nr. 608, s. 145.
7 Bilindiği gibi, Çanakkale savaşları İngiltere ve Fransa hükümetlerinin Osmanlı Devleti’nin
başşehri İstanbul’u işgal etmek amacıyla 25 Nisan 1915 tarihinde Çanakkale Boğazı’nda
karaya asker çıkartmasıyla başlamış ve 18 Mart 1916’da, düşman kuvvetlerinin kesin olarak
mağlûbiyete uğratılmasıyla sona ermiştir (Daha geniş bilgi için bk. Zekeriye Kurşun,
“Çanakkale Muharebeleri”, DİA, C. VIII, s. 205-208).
8 Eşref Edib, Mehmed Âkif, İstanbul 1938, s. 108-109.
9 “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülâkat”, Yeni Mecmua (Çanakkale nüsha-i
mümtâzesi), C. III, İstanbul 1918, s. 130.
ARAMA MOTORU
12 Aralık 2009 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder